Ye Türküm ye!

Çarşıya pazara giderken düşünüyorum. Eskiden bir ev satın alabildiğimiz miktarlarla, şimdiler de bir haftalık sebzeyi meyveyi zor alabiliyoruz. O kadar parayı taşımak bile sıkıntılı.

Çarşıya pazara giderken düşünüyorum. Eskiden bir ev satın alabildiğimiz miktarlarla, şimdiler de bir haftalık sebzeyi meyveyi zor alabiliyoruz. O kadar parayı taşımak bile sıkıntılı.

Neden hala 500 -1000 lira çıkartmamakta direnirler ki? 200 liranın yirmi lira gibi harcandığı bu zamanlarda kim çanta dolusu para ile alışverişe çıkacak. Komik aslında!

Yurtdışından gelen adam yüksek tutarlı alışverişlerde cüzdanından üç-beş adet kağıt para çıkarırken, bizler bir deste para taşımak zorundayız.

***

Hele kıyafet, ayakkabı, gözlük gibi şeyler alacaksak valiz lazım. Ee, bu da mümkün olmayınca“cırttt” kredi kartı. Maaşı alıyorsun, para sana bakıyor sen paraya. Ne kadarını yiyeceksin, ne kadarını yatıracaksın?

Düşün düşün moktur işin…

“Aman diyorsun nasılsa kredi kartı. Asgari öde, gelecek ay tamamlarsın.”

Sonrası;

“Haşırt the blackboard”

Bu söz, bir akşam deniz kenarında yediği yemeğe yüklüce bir hesap gelince acı yaşayan Öztürk Serengil tarafından türkçemize kazandırılmış.

***

Canım sıkıldı ya! Hava sıcak malum. Dışarısı hem hava bakımından hem de duygusal(!) açıdan oldukça bunaltıcı. Haberlerde de iç açıcı şeyler yok. Günlerdir, o lider kimi ziyaret etti, niye gitti, ne konuştu gibi şeyleri dinlemekten sıkıldım. Bari kitaplığımı düzenleyeyim dedim.

Kitap düzenlerken eskilerden 147 sayfalık bir kitap geçti elime. Uzun zaman olmuş okuyalı, unutmuşum varlığını. 1988 basımı Yalçın Pekşen’e ait bu kitabın adı “Ye Türküm Ye”

Yazının başlığını da buradan aldım.

Eline sağlık Yalçın Pekşen’in.

***

Okuyup gülümserken o yıldan bu yıla ne değişmiş ki diye düşündüm. Şimdi ilk okuduğum hikayeyi sizinle de paylaşayım istedim.

“Başrolde; Başbakan Turgut Özal. Baş kadın oyuncu Semra Özal.

Yardımcı erkek oyuncu; TBMM Başkanı Necmettin Karaduman.

Misafir oyuncular; Ziya Ülhak ve Ronald Reagan

Figüranlar; Süleyman Demirel, Erdal İnönü, Alpaslan Türkeş, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit, ve bütün ülke halkı…

Film; ABD yapımı

Seslendirme; Zenger A.Ş

Işık; Sovyetler Birliğinden alınan elektrik enerjisi

***

Film başladığında Turgut Özal, genç ve tığ gibi bir üniversite öğrencisidir. Teknik Üniversite’de bir yandan elektrik mühendisliği eğitimi görmekte, bir yandan yemek yemektedir. Bol bol yemek yemesinin nedeni, ileride başbakan olmaya hazırlandığı içindir. Elektrik Mühendisliği eğitimi görmesinin nedeniyse, başbakan olduktan sonra, hem şeriattan yana görünmek hem de İslam dininin yasakladığı faiz harekatını yürütürken “çarpılmamak” içindir. Sonuçta, vücudu bol bol enerji ile dolan Özal, “pekiyi” derece ile mezun olur.

***

İlk işi, Elektrik İşleri Etüd Dairesinde çalışmak olur. Önce elektrifikasyon planlamasına el atar. Tuttuğunu koparan bir kişiliği olduğu için, elektrifikasyon projesi elinde kalır.

Ama o, yine de memleket iyice karanlıkta kalmadan ipin ucunu bırakmaz…

İyice karanlıkta kalan ülke, sağ-sol cereyanlar ve idare lambaları ile aydınlatılmaya çalışılır. Ülkede hiçbir cereyan kalmayınca kökü dışarıda olan cereyanlardan elektrik sağlanmaya başlanır. (Örn;Bulgaristan)

Bu sırada Semra hanım ile evlenir. Bir sürü çocukları olur. Artık orta yaşa doğru ilerlemeye başlayan karı-koca, ülkenin tüm enerjisini toplamaya başlarlar.

***

Sıra, ABD’yi ziyarete gelmiştir. Amerika’nın yolunu tutulur. Burada ABD Başkanı Ronald Reagan’ın yanında master ve doktora yapılarak sağ cereyanın kaynağı ve kaymağı keşfedilir.

ABD’de alınan çağdaş eğitim ve verilen kilolardan sonra ülkeye milliyetçi, muhafazakar ve 100 kilo olarak dönülür.

***

Döner dönmez ülken dört eğitimi birleştirilir. Bu dört eğitim şunlardır; Çalma, çırpma, malı götürme ve ülkeyi batırma eğilimleri…

Bu faaliyetler sırasında yakalanma korkusu içinde, belki biri çıkar da “eller yukarı” diyebilir düşüncesiyle hazırlıklı olunur ve kollar hep yukarıda (birleşmiş vaziyette) tutulur.

Giderek ortada bir sorun kalmaz. Çünkü ülkenin tek sorunu, bu elektrik mühendisi ve ailesi olmuştur artık…

***

Memleket güllük gülistanlık olmuştur. O kadar ki yabancılar bile ülkemizdeki demokrasiyi takdir etmeye başlarlar. Bu yabancıların başında kendi ülkesinin meşru başbakanını astıran, onun yerine geçen kızını da seçimlere sokmayan Ziya-Ül Hak gelmektedir. Ziya-Ül Hak, bizde gördüğü demokrasiye hayran kalır. “Ben bile bu kadar demokratik olamadım” diye hayıflanır.

***

Böylece, Türkiye birdenbire çağ atlar. Eskiden solcu öğrenciler anayasayı “tebdil, tağyir, ve ilgaya” teşebbüs ederlerken, artık bu işleri bizzat Başbakan yapmaya başlar. Çünkü dışarıda anayasayı tebdil, tağyir ve ilgaya teşebbüs edecek genç kalmamıştır.

Gençler, Atatürk tarafından kendilerine emanet edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin cezaevlerini korumaktadırlar.

Veya YÖK üniversitelerinde “okumak Allah’ın emridir” hadisine uygun olarak derslerine çalışmaktadırlar.

***

Son sahnede, Türkiye’nin çağ atlamış hali gösterilir. Sırt hamallarımız Fransa’dan ithal edilen rokfor peynirlerini, Bebek’teki şarküteri dükkanlarına taşırken, dev vinçlerle kılçıklı midyeler ve kokuşmuş mantarlar Fransa’ya ihraç edilir.

Bu sırada Türk işçileri tüm parçaları ABD’den getirilen F-16 uçaklarının vidalarını yerli malı tornavidalarla sıkıştırarak ilk Türk uçağını imal etmeye uğraşırlar.

Son sahnede Başbakan Turgut Özal’ın özel arabasıyla Japonların yapmakta olduğu Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçerken, mobil telefonundan “zam” emirleri yağdırdığı görülür.”

THE END…

Nasıl ama? Güzel filmdi değil mi?

Ardından kitapta bulunan diğer hikayeleri okumaya devam ettim. Biraz gülümseyerek, biraz da hüzünle… İstanbul, İstanbul’un trafiği, insanlar, köprülere ödenen paralar, enflasyon…

Onca yılda değişen ne oldu ki?!

O halde kitapta bulunan başka bir hikaye ile devam edelim mi?

FATİHİN İKİNCİ İSTANBUL SEFERİ

“Fatih Sultan Mehmet’in cennette canı çok sıkılıyordu. Burada da hizmetinden ayrılmayan Ulubatlı Hasan tarafından, İstanbul’dan yeni bir grup geldiğine dair haber getirildiğinde can sıkıntısı daha da artıyordu. 500 yıldan beri süren huzuru son günlerde biraz bozulmuştu.

Çünkü cennete gelen Türkler çoğalmaya başlamıştı. Bunun da nedeni Tanrı’nın “İstanbullu kullarının yaşarken yeterince cehennem azabı çektiklerine” bakarak, artık hepsini doğrudan cennete almasıydı.

***

Padişah eskiden beri cennete düşen İstanbullulardan kentin son durumu hakkında bilgiler almayı huy ednmişti. 3-4 asır öncesine kadar durumda fazla değişiklik olmamıştı. Hatta birkaç yıl öncesine kadar gelişen olayları da iyi kötü anlayabiliyordu.

Örneğin;

Son zamanlarda terör yüzünden çok kişi dünyalarını değiştirmişti. Hocası Molla Gürani’den aldığı bilgiye göre terör de eninde sonunda bir tür savaştı ve Fatih Sultan Mehmet gibi bir cengaver savaşın ne olduğunu çok iyi biliyordu. Son zamanlarda gelenler söz birliği etmişçesine hep aynı iki sözcüğü yineliyorlardı.

“Trafik kazası…”

Ne menem şeydi ki bu?

Hocaları Molla Gürani, Molla Hüsrev, Molla Yegan kafa kafaya verdi ama bu sorunu bir türlü kendisine açıklayamıyorlardı.

***

“Trafik kazası nedir bre alim efendiler! Siz ki, diyar-ı garpten, diyar-ı şarka kadar kuş uçsa bilirdiniz. Bana bir açıklayasınız” diye kükrediğinde kimseden ses çıkmıyordu.

Yeni gelenler anlatıyordu; “Kasımpaşa’dan aşağı iniyorduk. Birden Dolapdere yönünden karşımıza bir tır çıktı. Sonrasını hatırlamıyoruz.”

Fatih, önceleri bu tır denen şeyi, Frenk paşası sanmıştı. Çünkü, kazaya uğrayanların görüntüsü savaştan çıkmış gibiydi. Fatih sonunda bunun bir vasıta olduğunu anlamıştı.

Sordu; “Bre zındıklar…Kasımpaşa denen yer sakın bizim Kasım Paşa’ya tımar olarak verdiğimiz arazi olmasın!”

“Evet, herhalde orasıdır. Çünkü İstanbul’da başka Kasımpaşa yok…”

***

Fatih seslendi; “Bre aptallar, bre mendeburlar. Orada yol yoktur ki geçesiniz. Ben bile 400 leventimle gemileri Haliç’e geçireceğim diye rahmetli anam Devlet Hatun’dan emdiğim sütü burnumdan getirmiştim. Siz de gemi mi geçiriyordunuz?”

Bunun üzerine İstanbullular; “Ne gemisi sultanım, arabayla geçiyorduk” yanıtını veriyordu. Fatih’in kafası iyice karışıyordu.

Hele bu araçların kendi kendine yürüdüğünü, saatte 100-120 km hız yaptıklarını öğrenince şaşkınlığı daha da artıyordu.

Hemen matematik hocası Ali Kuşçu’yu yanına çağırtıp, “hoca, hoca, bunlar ne demekteler? Hayvansız araba gider miymiş? Saatte 120 km hız ne demektir?

Ali Kuşçu ne yapsın? Keraat cetvelini baştan sona, sondan başa tarıyor ama ne hayvansız arabayı, ne de bu hızı açıklayabiliyordu.

***

Fatih, cennetlik Türklerden aklının almadığı başka bilgiler de alıyordu. Mesela; son zamanlarda heybetli bir padişah ortaya çıkmıştı. İstanbul’un her yanına köprüler yaptırıyor, sonra da bu köprülerden geçenden bin lira, geçmeyenlerden iki bin lira alıyordu. Bu köprüye bir de Fatih Sultan Mehmet’in adını vermişti. Sebebi de, Fatih gibi ülkeye çağ atlattığını belirtmek istemesiydi. Ancak bu köprüyü “Japon nam” bir kefere ülkenin mühendisleri yapmışlardı.

***

Demek ki memlekette çağ atlamanın da kolayı bulunmuştu.

Oysa kendisi çağ atlamak için ne terler dökmüştü…

İşte bütün bu acayiplikler Fatih’in canını sıkıyordu. Ne de olsa kentin eski fatihiydi. Durumu gözleriyle görmek istiyordu. Bir gece oturup Allah’a yalvardı. “Ne olur Allahım, beni birkaç saatliğine İstanbul’a gönder. Şehre biraz çeki düzen vereyim” diye dua etti.

Allah, bir zamanlar kendisi için yığınla cami yaptırmış olan sevgili kulunun isteğini kulak ardı edemedi ve kendisini bir sabah İstanbul’a girdiği Edirnekapı surlarının önüne bırakıverdi. Nasıl olsa oradan ötesini kendisi bulabilirdi.

***

Cennette yeni giysi bulmak zorluğu yüzünden Fatih, üstünde hala padişahlığı zamanından kalma kaftanı ve sarığı ile İstanbul’a dönmüştü. Sakal ve bıyığını ise zaten hiç kesmemişti. Yine de Edirnekapı surlarının önünde kimse tarafından yadırganmadı. Çünkü; hemen hemen herkes aynı giysiler içindeydi. Erkeklerin çoğu cüppeli, kadınlar tesettüre uygun giyinmişlerdi.

Sakallarına gelince, Fatih 500 yıllık sakallarıyla bile 1987 yılının İstanbul’unda son derece çağdaş görünüyordu.

Fazla zamanı yoktu. Üzerinde epeyce para vardı. Daha doğrusu öyle sanıyordu. Kaftanının iç cebinde 1481 yılının bir yıllık padişah geliri olan 450 lira bulunuyordu. Zaten topu topu birkaç saat kalacaktı. Bu para yeter de artardı bile…

***

Önce uzun süre taksilerin peşinden koştu. Fakat bunları yakalamak olası değildi. Saatte 20 km’lik hızın ne olduğunu o zaman anladı.

“Yahu, bunlara binilmeyecekse neden ortalıkta vızır vızır dolaşıyorlar” diye düşündüyse de bir cevap bulamadı.

Bir otobüse binmeyi denedi. Bindi de…

Hem de cebindeki paranın 250 lirasını ödeyerek…

Önce otobüsü kendisine sattıklarını zannetti, ama eline tutuşturulan küçük kağıt parçasından anladı ki, bu para sadece yolculuk etmesi karşılığında alınmıştı.

***

Bu kadar parayla kendi zamanında dört atlı koca bir saltanat arabasını sürücüsüyle birlikte satın almak olasıydı.

Olsun, bir ferman çıkartır, bunları düzeltirdi. Ama önce kente girmesi gerekiyordu. Otobüs sıkışık trafikte çakılıp kalmıştı. Yeniden inmek zorunda kaldı…

En iyisi yürümeliydi. Fakat yürümekte kolay değildi. Karşıdan karşıya geçmeyi bir türlü başaramadı. Caddeye her adım atışında yoldan geçen koca koca araçların altında kalma tehlikesi geçiriyordu.

Fakat zaman geçiyordu. Bir kaç saat sonra geri dönmek zorundaydı.

Yaradana sığınıp “ya Allah” diyerek kaldırımdan caddeye indi ve surlara doğru bir hamle yaptı. O sırada tır denen nesnenin ne olduğunu tam üzerinden geçerken iyice anladı.

Gözlerini açtığında yeniden cennetteydi.

***

Kendisini karşılayan sadık adamı Ulubatlı Hasan’ın “Hoş geldiniz haşmetlim, İstanbul nicedir?” sorusuna, “Hasan” dedi. “İyi ki biz İstanbul’a vaktiyle girmişiz. Şimdi girmek eskisinden daha tehlikeli. Üstelik, insan ne şehit oluyor, ne de gazi…”

Sevgiyle kalın

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Yaşam Haberleri