Umudun doğuşu 19 Mayıs

Umudun doğuşu 19 Mayıs

Bugün 19 Mayıs. Mustafa Kemal Paşa’nın, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak başlattığı Kurtuluş Savaşı’nın 105. yılı. Sadece Türk tarihi açısından değil, emperyalizme karşı savaşan mazlum milletlerin tarihi açısından da önemli bir gün. Sonuçları; Rusları, İngilizleri, Yunanları, Fransızları, İtalyanları da etkilediğinden, dünya tarihinde de özgün bir yeri var Milli Mücadele’nin.
Önemli günler; ulusal bellekte izi olan tarihler; coşkuyla kutlanan bayramlar; milli bilinci ve kimliği, özgüveni ve gururu pekiştirmenin yanında, nereden gelip nereye gittiğimizi, geçmişte neyi nasıl yaptığımızı, neleri neden yapamadığımızı tartışmak açısından da gereklidir. Muhasebe yapmak, bilanço çıkarmak, özeleştiri vermek açısından da işlevseldir. Birlikte düşünelim...
Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutladığımız bu bayramda, Atatürk’ün milli iradeye, milli hâkimiyete, meşrutiyete, Meclis üstünlüğüne, eşitliğe, katılıma verdiği önemin ne kadar farkındayız?
O anlayışa ne kadar yakın, ne ölçüde uzağız? Gazi’nin Cumhuriyeti emanet ettiği gençler, Türkiye’nin geleceğine ilişkin ne düşünüyorlar? İyimserler mi? Yoksa önemli bölümü, fırsatını bulsa yurtdışına gitmek mi istiyor?

Mesut, muvaffak muzaffer olmak

Türk Kurtuluş Savaşı, yerelden ulusala uzanan kongrelerle örülmüş ve olgunlaşmıştır. Milletleşirken devletleşen, devletleşirken milletleşen bir halkın, emperyalizme ve uzantılarına karşı verdiği destansı bir mücadeledir. Rahmetle andığım Prof. Dr. Bülent Tanör’ün deyimiyle “haklı ve halklı bir savaştır”. Savaş koşullarında, halkın yurduna sahip çıkması ve yerel meclislerin direnişiyle başlamış; Milli Meclis çatısı altında birleşip yürütülmüştür. Savaş içinde şekillenen bu süreç, Tanör’ün tanımıyla “savaş demokrasisidir.”

Harcında kutsal isyan milli inat var

19 Mayıs’ta başlayan Milli Mücadele’yi Atatürk; çok iyi hazırlamış ve örgütlemiş, çok kararlı ve cesur yönetmiştir. Harcında kutsal isyan, milli inat, haklı iddia ve kararlı inanç olan Kurtuluş Savaşı sayesindedir ki, 1919’dan sadece 4 yıl sonra, ulusal egemenliğe dayanan, laik ve çağdaş bir Cumhuriyet kurulmuştur. Bu Cumhuriyet; Cihan Harbi yenilgisinden değil, İstiklal Harbi zaferinden doğduğu içindir ki, tarihin en iddialı ve kapsamlı devrimci atılımını yapmıştır.

Atatürk’ün üç Misakı Milli’si vardır. Toprak Misakı Millisi; Maarif Misakı Millisi (Tevhid-i Tedrisat); Say (emek) Misakı Millisi. Hâkimiyeti Milliye, İradei Milliye, Kuvayı Milliye konusunda ödünsüzdür. Kurtuluş Savaşı’nın sözcüsü gazetelerin adı Hâkimiyeti Milliye ve İradei Milliye; hareketin ismi Kuvayı Milliye; örgütün adı Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’dir. İstiklali Tam konusunda kıskançtır. Gazi’ye göre; ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık yoksa antiemperyalizm de yoktur. Dahası, hiç yanılmamış, hiç aldatmamış, hiç kandırılmamıştır Atatürk. “Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır” derken, yalnız ve ancak milletine güvenmiştir.

Ve 19 Mayıs 1919’un 105. yılında, Atatürk’ün bu sözünün altına sadece kalemiyle değil, gerekirse kanıyla imzasını atacak olan milyonlar sayesinde, içeriden onca ihanete, dışarıdan onca saldırıya rağmen, Cumhuriyet direnmektedir.

Şurası gerçek; iktidarın, ona bağlı bürokrasinin ve yerel yönetimlerin Atatürk anmalarına ve Cumhuriyet kutlamalarına yönelik tepkisi, milletin hem daha yüksek katılımla hem daha bilinçli şekilde Atatürk’ü ve Cumhuriyeti sahiplenmesini hızlandırdı. “Açılım süreci” denilen çözülme ve çürüme günlerinde Atatürk anıtlarına çelenk koymanın yasaklandığı, kamu kurumlarından T.C. ibaresinin kaldırıldığı günlerden geçti Türkiye. Her ne kadar halen pek çok kamu kurumu, iktidara mensup çok sayıda belediye, Atatürk’ün adını anmadan Çanakkale Zaferi’ni ve milli bayramları kutlamaya çalışsalar da, bunun toplumda karşılığı olmadığını görmüyorlar. Zamanla anlarlar.Zaten herhalde anladılar...

Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir

Atatürk’ü tarihte önemli, öncü, özgün ve önder yapan, yenilmez ve haklı kılan, asker, devrimci ve devlet kurucusu olarak, fikri hazırlığıdır. Zamanlama dâhisi olmasıdır. Kararlı, tutarlı ve yürekli eylemleridir. Halkçı, toplumcu, eşitlikçi, aydınlanmacı siyasal çizgisi, tam bağımsızlıkçı ve antiemperyalist mücadelesidir. “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” derken, Cumhuriyetin toplumsal, sınıfsal boyutunu vurgulamıştır.“Cumhuriyet fazilettir” derken, Cumhuriyeti, Türkiye’yi Türkiye’den yönetmek için kurduğunu, devrimleri bir daha kul olmayalım, esir düşmeyelim, işgale uğramayalım diye yaptığını belirtmek istemiştir. Dahası var...

Atatürk; kapsamda farklıdır. Kapsamdaki farkı; Karslının Kars’ı, Edirnelinin Edirne’yi kurtarmaya çalıştığı, işgale karşı direnen yurtsever örgütlerin yerel, bölgesel kaldığı bir ortamda, tüm milli kuvvetlere ulusal bir hedef göstermiştir. Her vatanseveri, vatanın her yerinden sorumlu kılmıştır. Trabzonlu Maraş’tan sorumludur, Diyarbakırlı Tekirdağ’dan. Aynen cephede, “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır” dediği gibi...

Atatürk; yöntemde farklıdır. Pek çok yurtseverin “Amerikan mandası mı, İngiliz himayesi mi?” diye tartıştıkları dönemde, Atatürk tarihin şu tunç yasasını hatırlatmıştır herkese: “Savaşla kurulan, savaşla yıkılır”. Milli Mücadele’nin silahla yapılacağını söylemiştir. Aynen Çanakkale muharebelerinde “Size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum” dediği gibi…

Atatürk; amaçta farklıdır. Hilafeti ve saltanatı kurtarmak için değil, milli egemenliğe dayalı, bağımsız ve laik bir Cumhuriyet için yola çıkmıştır. Bu konuda, pek çok mücadele arkadaşından farklıdır. Nitekim bu ayrılık, Meclis’in açılmasıyla birlikte su yüzüne çıkmış, saltanat ve hilafetin kaldırılmasında, Cumhuriyetin ilanında, çokpartili hayat denemelerinde, devrimler sürecinde, laiklik anlayışında belirginleşmiştir. 19 Mayıs kutlamalarında halkın sahiplendiği Atatürk; işte bu Atatürk’tür.

Sömürgecilik ve Atatürk

Sömürgecilik ve emperyalizm dendiğinde, emperyalist, güçlü devletlerin mazlum, zayıf devletleri nasıl sömürdükleri, topraklarını, zenginliklerini nasıl ele geçirdikleri, halklarını nasıl yönettikleri, köleleştirdikleri anlatılır. Sömürünün, tahakkümün, güdümün yolları, yöntemleri, araçları bellidir. İktisadi, siyasi, askeri araçlar kullanılır. Bu araçlara kültürel araçlar eşlik eder. Hedefteki ülkenin halkı kültürsüzleştirilir, sömürgeci hayranı yapılır, kendi benliğine yabancılaştırılır. Hatta kendinden, tarihinden utanır hale getirilir. Aydınların devşirilmesi, adeta mankurtlaştırılması önemlidir bu süreçte.
Başka yöntemler ve araçlar da vardır: İç çatışmalar çıkarılır, kışkırtılır. Feodalizm üzerinden, kimlik siyasetiyle halk birbirine düşürülür, millet parçalara ayrıştırılır, kardeş kardeşe kırdırtılır. Darbe yapılır, yaptırılır, darbeciler desteklenir. Son aşamada silahlı işgal devreye girer. Merkez, sanayileşmiş, kapitalist devlet için sömürge elde etmek gerek şarttır, ama büyük emperyalist güç olmak için yeter şart değildir. Büyük emperyalist güç olmak için başka koşullar gerekir.
Sömürge elde etmek için donanmalar yapıldı
Geçmişte, sömürge elde etme konusunda, deniz gücü olma konusunda önemli adımlar atan İspanya, Portekiz, Hollanda, İtalya gibi devletlerin, zamanla geriye düştükleri, emperyalist rekabette havlu attıkları görülmüştür. Örneğin, Filipinler adı İspanya Kralı II. Filip’ten geldiği halde; Latin Amerika’da Brezilya hariç diğer ülkelerin dili İspanyolca olduğu halde; Kolombiya adı Cenevizli kaptan, kâşif Kristof Kolomb’dan geldiği halde, bugün Avrupa’nın Akdeniz’e kıyıdaş bu ülkeleri, büyük güçler arasında değillerdir.
Çünkü emperyalist olmak; kapitalizmin en ileri aşamasına ulaşıp büyük güç olmayı, yönetebilme kabiliyetine sahip olmayı gerektirir. Hegemonya inşa etmek, rıza üretmek kolay değildir. Sert güç unsurlarına sahip olmak gerekir. Güçlü ekonomi, güçlü ordu, güçlü siyasal baskı yoksa, sadece diplomatik manevralarla, kültür kurumlarıyla, yumuşak güç araçlarıyla hakimiyet kurmak olanaksızdır. Sert gücü olmayan devlet, ne kadar gelişmiş olursa olsun, kolay hegemonya kuramaz. Hiçbir emperyalist devlet, yumuşak güç araçlarıyla yetinmez.

Başka bir devlet üzerinde kalıcı nüfuz sahibi olmak

Başka bir devlet üzerinde hegemonya kurmak ve bunu sürdürmek isteyen her devlet, doğası gereği emperyalist karakterlidir. Çünkü başka bir devlet üzerinde kalıcı nüfuz sahibi olmak, onu gütmek, yönetmek, yeraltı – yerüstü kaynaklarına sahip olmak, pazarını ele geçirmek, halkını sömürmek, ucuz emek olarak kullanmak için, sadece yumuşak güç unsurları yetmez. Sert güç de gerekir. Başka bir milletin rızasını almak, ona örnek olmak, ondan saygı görmek, onda hayranlık uyandırmak, ona önceliklerini kabul ettirmek, kolay olmaz. Sadece yumuşak güç unsurlarıyla olmaz. Sadece silahla da olmaz. Fakat silahsız hiç olmaz. Bunların hepsinin birden yerinde, zamanında, dozunda kullanılması gerekir. Günümüzden örnek vermek gerekirse, hemen akla Almanya ve Japonya gelirler. İkisi de ekonomik, teknolojik, endüstriyel ölçekte büyük güçtür ama o oranda siyasi güç değildir. Çünkü askeri güçleri zayıftır. Zayıf olduğu için de siyasi anlamda büyük güçler, küresel güçler arasına girememektedirler.

Klasik sömürgecilik

Klasik sömürgecilikte sistem şöyle işlemiştir yıllarca: Hedefteki ülkeye siyasi güç, askeri güç önceden gitmiş, ekonomik gücün girmesi için uygun ortamı hazırlamıştır. Onun yolunu açmıştır. Bir başka ifadeyle emperyalist devlet; hedefindeki ülkeyi önce siyasi olarak baskı, güdüm altına almış, olmadı işgal etmiş, sonra da onun kaynaklarını, pazarını, emeğini sömürmüştür. Günümüzde ise ekonomik güç önden gitmektedir. Sermaye ihracı, mal ihracı önden gidip, siyasi gücün girmesi, kültürel nüfuzun zemin bulması için alan açmaktadır.

KARA KITA AFRİKA'DA ÖZGÜRLÜK İSYANI

Son dönemde Afrika’da gözlenen uyanış; büyük güç rekabetinin (bir yanda ABD ve Avrupa, bir yanda Rusya ve Çin), ABD ve Fransa’nın kıtadaki etkisinin gerilemesine karşılık özellikle Çin’in, bir miktar da Rusya’nın etkisinin artmasının, Afrika’daki bağımsızlıkçı damarın kabarmasının sonucudur. Fransa’ya, Almanya’ya, Portekiz’e, Hollanda’ya, Belçika’ya yönelik tepkiler artmaktadır. Tepki, bu emperyalist ülkelere ait üslerin kapatılmasından dillerinin resmi dil statüsünden çıkarılmasına, şirketlerinin kovulmasından bu ülkelerden tazminat istenmesine kadar uzanmaktadır.

Bu noktada Afrika Birliği’nin tutumu önemlidir. Çünkü yoksul kıtanın en büyük çatı örgütüdür. 1963 yılında, 32 ülke tarafından kurulmuştur. Günümüzde 55 üyesi vardır. Merkezi Afrika’nın hiç sömürge olmamış ülkesi Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’dır. Üyeleri çok yoksul olduklarından, yarıya yakını, örgüte yıllık ödemesi gereken aidatı ödeyememektedir. Örgüte, 2005’ten beri gözlemci üye, 2008’den beri stratejik ortak olan Türkiye, üye ülkelerden Sahra Arap Demokratik Cumhuriyeti’ni tanımamaktadır.
Afrika’nın emperyalizme karşı mücadelesi, her Cumhuriyetçinin, Atatürkçünün, Kemalistin, ulusalcının, ulusal solcunun, ayakları Anadolu topraklarına basan devrimcinin, yurtseverin doğal olarak ilgi alanına girer. Çünkü emperyalizme karşı dünyanın ilk Kurtuluş Savaşı’nı veren büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk; henüz Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında emperyalizm tahlili yapmış ve “mazlum milletler” diyerek rotayı şu şekilde çizmiştir:

MAZLUMLARA ÖRNEK OLDUK

“Türkiye’nin bugünkü mücadelesi, yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye, büyük ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün doğunun davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir.”
1980 öncesinde öldürülen aydınlanma şehitlerimizden Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil’in “Mazlum milletler, üçüncü dünyanın göbek adıdır” şeklindeki sözleri de, Türk Devrimi’nin ideolojik tercihinin, sınıfsal karakterinin, emperyalizme karşı mücadeledeki konumunu özetler. Atatürk’ün, bir sabah Mısır’ın Ankara’daki büyükelçisine, Çankaya sırtlarından doğmakta olan güneşi göstererek söylediği şu sözler, emperyalizme karşı mücadeleyle dünya barışı arasındaki bağı nasıl kurduğunun kanıtıdır: “Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün doğu milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelmiş olarak gerçekleşecektir. Bu milletler, bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen, bunları yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerini, milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı alacaktır.”

KAPİTALİZMİN EN İLERİ AŞAMASI

Emperyalizm; kapitalizmin en ileri aşaması olarak, büyük sermayenin taleplerinden, üretim, mülkiyet, bölüşüm ilişkilerinden bağımsız düşünülemez. Bu nedenle emperyalizme karşı mücadele; başta emekçi sınıflar, işçiler, köylüler, küçük ve orta ölçekli üreticiler, küçük esnaf ve tüccar, küçük–orta ölçekli sanayiciler, milli bağımsızlık yanlısı güçler olmak üzere, milletin en geniş kesimlerini birleştirmeyi ve bilinçlendirmeyi gerektirir. Çünkü bunların emperyalizme karşı verdiği mücadele, ülke içindeki büyük sermaye çevrelerine karşı verdikleri mücadeleyle bütünlük içerir.

Zira gücü ülke sınırlarını aşmış olan, ulus ötesi, ulus aşırı, çokuluslu, küresel karakter kazanmış olan sermaye; devletin, ülkesi içinde emeği baskılayarak, ücretleri düşük tutarak, sendikal hareketleri engelleyerek, özelleştirmelerle, vergiler, teşvikler, tahsisler yoluyla, yüksek gümrük duvarları koyup dışarıya karşı korumak suretiyle, sermayeyi kollamasını sağlar. Ülke dışında ise devletten, hammadde temininde, yeni pazarlara erişmede, ucuz emeğe ulaşmada, kendisine yol açmasını, kol kanat germesini, elinden tutmasını bekler. Bu ekonomik ve sınıfsal taleplerine uygun bir dış politika izlemesini ister.

SÖMÜREN ÜLKE HER ŞEYİNİ BELİRLER

Sömüren ülke, sömürülen ülkenin siyasetini, bürokrasisini, iş dünyasını, ordusunu, yargısını, maliyesini, akademisini, kültür ve sanat kurumlarını, meslek örgütlerini, sendikalarını yönetmek, yönlendirmek, denetlemek ister. Bunu yapmak zorundadır. Aksi halde sömüremez, tahakküm kuramaz, imtiyaz elde edemez, madenlerine, enerji kaynaklarına el koyamaz. Somut örnek vermek gerekirse, cumhurbaşkanının, başbakanın, dışişleri bakanının, ekonomi bakanının, ticaret bakanının, maliye bakanının iç ve dış gezilerinde uçağına hangi sermaye grupları, hangi patronlar, hangi şirketlerin tepe yöneticileri biniyorlar ise dış politika yapımında da onların sözü geçer. Ülkenin bayrak taşıyıcısı olan milli havayolu şirketi, onların istedikleri uçuş noktalarına uçar. Ticaret yaptıkları, yatırım yaptıkları ülkelere, şehirlere seferler düzenler. Küresel düzlemde örnek verildiğinde akla öncelikle günümüzde ABD, geçmişte ise İngiltere ve Fransa gelirler. Örneğin, 55 Afrika ülkesinden 22’sinin resmi dili Fransızcadır. Fransa, Afrika’daki 14 ülkeden sömürge vergisi almakta, bu ülkelerin gelirlerinin büyük bölümü, yüzde 85’i, Fansa Merkez Bankası’na gitmektedir. Fransa’nın bu ülkelerdeki askeri varlığı, kültür ve eğitim kurumları, medya organları da unutulmamalıdır. O yüzden son birkaç yılda Mali, Burkina Faso, Gine, Nijer, Çad gibi ülkelerde yaşanan darbelerin sonuçlarını dikkatle izlemek gerekir.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Gündem Haberleri